KANDİLLER, BOŞ İNANÇLAR, HULUL NAZARİYESİ VE AKLI KULLANMAK; SULH VE DİN KAVRAMLARI

tefekkür

Kandillerden konu açıldı geçen gün; Regaib ve Mevlid kandilleri…

Daha nebinin doğduğu yıl bile doğru dürüst tespit edilememiş, sen hadi doğduğu günü bildin de, ana rahmine düştüğü geceyi nasıl bildin, nasıl hesap ettin?

Bu kandillerin şii-tasavvufi telakkinin ürünü olduğunu söylemiştik. Tasavvufta gaybdan haber almayanı, vahiy almayanı, Allah’ı birebir görmeyeni dövüyorlar.

Bu ne saçmalık, bu ne kokuşmuşluk ya!

Hala Allah’ı insan gibi tezahür etmek ve-veya şeyleri tanrılaştırmak sevdasından neden vazgeçilemiyor?

Çünkü atalar kültü, sapkın öğreti ve felsefeler maalesef zihinlerden, bilinçlerden, bilinçaltlarından sökülüp atılamamış! Aklı kullanım dışı bırakmakta ısrarcıyız!

Bakara 170: Onlara, "Allah'ın indirdiğine uyun." denildiği zaman, onlar: "Hayır! Biz, atalarımızdan gördüğümüz şeylere uyarız." derler. Ya ataları akıllarını kullanmayan ve doğru yolu bulamamış kimselerse?

Maide 104: Onlara, Allah'ın indirdiğine ve resule gelin dendiği zaman, "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter." dediler. Peki ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimselerse?

Saffat 69-71: Onlar, atalarını sapkın bir halde buldular. Kendileri de onların izleri üzerinde koşturdular. Ant olsun ki onlardan öncekilerin çoğu sapkındı.

Şuara 74-76: Onlar: "Ama atalarımızı böyle yaparlarken bulduk." dediler. İbrahim: "Peki neye kulluk ettiğinizi hiç düşünüyor musunuz?" dedi. "Siz ve geçmiş atalarınız."

Enbiya 52-56: Hani o, babasına ve halkına: "Kendinizi adadığınız bu heykeller nedir?" dedi. "Biz, atalarımızı bunlara kulluk edenler olarak bulduk." dediler. "Gerçek şu ki siz de, atalarınız da açık bir sapkınlık içindesiniz." dedi. "Gerçeği mi getirdin, yoksa bizimle oyun mu oynuyorsun?" dediler. "Hayır! Sizin Rabb'iniz göklerin ve yerin Rabb'idir. Onlara işleyiş yasalarını O koymuştur. Bunun böyle olduğundan kesinlikle eminim."

Koloseliler 2:8: Dikkatli olun! Mesih'e değil de, insanların geleneğine, dünyanın temel ilkelerine dayanan felsefeyle, boş ve aldatıcı sözlerle kimse sizi tutsak etmesin.

Sürekli atalardan gelen şirk inançları daha nereye kadar sürecek Allah aşkına?

Adam açıkça tanrılaştırmasa da ne diyor? “Allah bedene hulul eder, şu kişiye hulul etti, buna hulul etti” diyor. Delili ne? Delili ya zerdüştlükte var, ya şamanizmde var, ya hint mistisizminde var. Kur’an’da olmadığı açık.

Tamam, Kur’an’da da, Tevrat’ta da, İncil’de de, başka dini metinlerde olana benzer antropomorfist bir anlatım var elbette. Ama neden?

Kamer 17,22,32,40: Andolsun, Biz Kur’an’ı hatırlanması için kolaylaştırdık; hatırlayan var mı?

Duhan 58: İşte Biz, onu senin dilinle kolaylaştırdık. Umulur ki onlar hatırlarlar.

Meryem 97: Böylece Biz onu, kendisi ile takva sahiplerini müjdelemen ve inat eden bir halkı uyarabilmen için senin dilinde kolaylaştırdık.

Mülk 14: Yaratan yarattığını bilmez mi? O Latif’tir, Habir’dir.

Allah vahyi kulun anlayacağı bir şekilde anlatıyor. Zat’ını da insanın anlayabilme kapasitesine uygun şekilde anlatıyor. Çünkü akvaryum içinde bir balığın nasıl akvaryum dışını içerden anlama imkanı sınırlıysa biz de Allah’ı ancak kendi akli sınırlarımız doğrultusunda anlayabiliriz. Çünkü O Kebir Mute’al’dir. Anlayamadığımız bir konudan bizi niye sorumlu tutsun?

Akvaryumun camla sınırlı olması gibi insanın aklının da bir sınırı, hududu var; onu aşamazsın. Aşmaya çalışmak akıl sağlığını bir noktada olumsuz etkiler; peki hiç kullanmamak? O akvaryumu günden güne küçültür, insanı hazırcı ve tembel bir zihin yapısına büründürür. Bilim ve felsefe ile o sınıra yakın gidilmeli, küçültülmesine izin verilmemeli.

Al-i İmran 191: Onlar; ayaktayken, otururken ve yanları üzerine iken Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaradılışı hakkında tefekkür ederler: "Rabb'imiz! Sen, bunu boşuna yaratmadın, Seni her türlü noksanlıktan tenzih ederiz. Bizi ateşin azabından sakındır.”

Ankebut 20: De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da ilk yaratışın nasıl olduğuna bakın. Sonra Allah, son inşa etmeyi de aynı şekilde yapacaktır. Allah, Her Şeye Güç Yetiren'dir.”

Allah bizden bunu istemişse, gelenek niye bunun önüne taş koyar?

Göklere bakacaksın, yere bakacaksın; Allah koskoca galaksi kümelerinin de Tanrı’sı, atomaltının da Tanrı’sı, karanlık maddenin de, antimaddenin de Tanrı’sı… Evreni yaratan Allah’ın nasıl olur da kulun içine Zat’ını hulul edeceğini ve onun gibi başka insanları da kendisine taptıracağını düşünebilirsiniz? Allah haşa insan gibi mi ki Kendi’nden büyük ev yapıp da içinde oturacak? Böyle mi düşünüyorsunuz? Göklere, yere basit bir bakış bile nasıl akla hıyanet eden bir din anlayışınız olduğunu gösterir, paramparça eder tüm algılarınızı.

Ama tabii, Allah sizin için insan gibi bir şey zaten; diğer şirk inançlarından farklı değil sizinki de… Eski beşeri dinlerde, yerel dinlerde sizin örnekleriniz çok. Çünkü Adem’den beri el İslam aynı; Allah insana Kendi’ni anlatabilmek için sizin anlayış seviyenize kadar indirmiş. Üstüne de demiş ki “Aklınızı çalıştırın”. İnsan ise tembel bir zihinle kolaya kaçmış, ya Allah’a yaklaştırıcılar yapmış, ya da Allah’ı insan gibi görerek idollerini Allah’a denk kılmış.

Tüm eski dinlerde-mitolojilerde de yeni din anlayışlarında da bu aynı zihin yapısı var.

Non-teistlerin yaptığı gibi “dinlerin tamamı mitolojidir, insan eseridir” demek de kolaya kaçarak gerçeğe kendini kapatmaktır. İslam ile farklı dinleri kıyas ederek benzerlikler (hatta aynilikler) üzerinden iddialarını temellendirmeye çalışırlar. Ancak biz el İslam’ın yaratılış dini olduğu, insanlık nezdinden Adem’den beri geldiğini bildiğimiz için, aslında onların saydıkları şeyler bizim de kendi iddialarımıza delil olabilecektir. Arada itikat, iman, bakış açısı farkları söz konusudur.

Tüm “farklı” dinler tek din olan El İslam’a yorum yapmaktan, dini kültüre uydurmaktan, farklı insan toplulukları & kültürlerden etkilenme ve insanın dini algılama problemlerinden ötürü doğmuştur. Gerçek din ile beşeri dinler arasındaki benzerlikler bu yüzdendir. En yakın örnek olarak Sünnilik, Şiilik, Alevilik gibi sözümona “İslamiyetin mezhebi” (!) olarak bilinen bu beşeri dinlerin doğuşuna bakarsanız daha geçmişteki dinlerin de doğuşunu çok iyi anlayabilirsiniz.

Birçok dinde namazın rükünlerine benzer rükünlerle günün belli zamanlarında ibadet edildiğini görürsünüz. Özellikle secde ritüeli ile çok karşılaşılır.

Dinlerde çoğunlukla kıssalar, geçmişteki olaylarla ilgili anlatımlar vardır. Bunlarda da benzerlikler çoktur. En dikkat çekeni ise “tufan” anlatımlarıdır. Dünyadaki dini inanışların büyük çoğunda dünyada yokoluşa sebebiyet veren tufan anlatıları vardır. Buna dair Enis Doko’nun bu konuyu irdelediği çok güzel bir videosu vardır, buraya tıklayarak izleyiniz.

İsrafil Balcı hocamızın buraya tıklayarak izleyebileceğiniz Zerdüştlük ile ilgili videosunda şahsen ilk kez öğrendiğim bir bilgi vardır: Zerdüştlükte de El İslam’da Rabb’imizin anlattığı “6 günde yaratılış” konusu işlenmiştir. Zerdüştlük konusunda bizim gibi Hikmet Metodu’nu savunan, ancak bazı noktalarda ters düştüğümüz ve kendilerine bağlı olmadığımız Süleymaniye Vakfı’nın ve Mikail Bayram hocanın da çalışmaları bulunmaktadır. Takip etmekte yarar var.

Bu bozuk itikadi anlayışlar ile birlikte sözümona bilimsel anlatılarda “İslam”ın birçok dinden biri olduğu, hatta “semavi” veya “İbrahimi” dinlerden biri olduğu gibi absürd tanımlamalar yapılmıştır. Lakin yukarıda bahsettiğimiz örneklerde gördüğümüz üzere tüm dinler tek din olan “El İslam”a yapılan tahrifat ve dejenerasyonlar hasebiyle oluşmuştur. İslam dinlerden bir din değildir. Tek ve biricik olan hak dindir!

El İslam sadece insan için bir inanç sistemi değildir, göklerin-yerin yaratıldığı, evrenin var edildiği yaratılışın düzenidir, sistemidir.

Rum 30: O halde hanif olarak yüzünü dine kaldır, insanları üzerinde yaratmış olduğu Allah'ın fıtratına. Allah'ın fıtratında değişme olmaz. Kayyum olan / ayakta tutucu din budur. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar.

Tüm fıtratın gerçekleştiği düzen olan El İslam’da en önemli olan tüm kulların bu düzene uygun yaşaması, ona göre hareket etmesidir. Sınavda olan kullar bu fıtrata uygun davrandıkları takdirde kazançlı çıkarlar. Hayvanlar ve bitkiler zaten sınavda olmadıklarından onlar, kendilerine kodlandığı şekilde fıtratta olanı yaşarlar.

İsra 44: Yedi gök, yeryüzü ve içindekiler, O’nu tesbih ederler. Onu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini kavrayamazsınız. Kuşkusuz O, Çok Hoşgörülü’dür, Çok Bağışlayıcı’dır.

Nur 41: Göklerde ve yeryüzünde bulunanların, sürü sürü uçanların, Allah’ı nasıl tesbih ettiklerini görmüyor musun? Kuşkusuz hepsi salatını ve tesbihini bilmektedir. Ve Allah, onların yaptıklarını en iyi bilendir.

Sad 18: Dağları emrine amade kıldık. Akşamdan gündoğumuna onunla birlikte tesbih ederler.

Enbiya 19-20: Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. O’nun yanında bulunanlar O’na kulluk etmekten büyüklenmez ve usanmazlar; Gece-gündüz ara vermeksizin tesbih ederler.

Tegabun 1: Göklerde ve yeryüzünde olan her şey Allah’ı tesbih eder. Mülk yalnızca O’nundur. Hamd O’nadır. O’nun gücü her şeye yeter.

Haşr 24: O Allah ki: Halik’dır, Bari’dir, Musavvir’dir. Güzel isimler O’na aittir. Göklerde ve yeryüzünde olanlar, O’nu tesbih ederler. O, Mutlak Üstün Olan’dır, En İyi Yasa Koyan’dır.

Hadid 1: Göklerde ve yerde olanlar, Allah’ı tesbih etmektedir. O, Mutlak Üstün Olan’dır, En İyi Hüküm Veren’dir.

Bizler ise sınavda varlıklar olarak bu düzenin dışına taşabiliyoruz.

İnsan 3: Ona yumuşakça yolu gösterdik, ister şükreder, ister üzerini örter.

Beled 10: Ona iki yol gösterdik.

Şems 7-8: Nefse ve onu eşitleyene yemin olsun ki ona fucurunu ve takvasını ilham etmiştir.

Ancak iman eder ve “salih amel” yani düzene uygun iş yaptığımız takdirde fıtrata uygun davranmış oluyoruz. Hem dünyanın düzenini bozmuyor, hem de ahiret için yolumuzu hazırlıyoruz.

“Dünyanın düzeni” derken kullandığımız ifadeler önemli. Sulh, salih kavramları maalesef dilimize yanlış geçmiştir. Kelime barış değil; düzen, uygunluk demektir. Esas düzen anlamına gelen “din” kavramı ile farkına birazdan değineceğiz.

Sulh; civatanın somuna uygunluğundan gelen bir ifadedir. Buradan farklı unsurların birbiriyle uygunlukları ile birbirlerini puzzle parçaları gibi tamamlayıp oluşturdukları bir yapı-düzen demektir. Burada da kilit nokta Barış yani “silm” olduğu için bir süre sonra “sulh” barış gibi bir anlama dönmüştür; ancak barış “silm”dir. Bu da hayvanların çıkamayacağı yüksek kaya şeklinde bir kök anlama sahiptir. İnsanlar bu kayaya azıklarını koyarak onun bir zararı uğramadan kalmasını sağlarlar; buradan türeyerek insanların birbirlerine zarar vermemek garantisi olan “barış” kavramına dönüşmüştür. Birbirlerine selam veren insanlar aslında “senin canın, malın, namusun benim nezdimde o yüksek kayadadır. Benden sana zarar gelmez” demiş olurlar.

Bu aynı zamanda “emniyet, iman” yani güvende olmak ile de ilintilidir; dış tehlikeden koruyan bir özelliği olduğu için güven ve güvenlik ile ilgili terimlere kök olmuştur.

Sulh de bu Barış / İslam ortamında insanların birbirlerine uygunluğu demektir. Allah bizleri sosyal varlıklar olarak yaratmıştır; dolayısıyla farklı meziyetlere sahip insanlar bu doğrultuda birbirlerine ihtiyaç duyar. Bir insan aynı anda bütün işleri beceremez, tek başına yaşarsa zorlanır fıtraten. Ama topluluk olduğunda iş bölümü olur; yiyeceği sağlayacak bir manav, bir kasap gerekir. Toprağı işleyecek bir çiftçi gerekir, hayvanları suvaracak çoban gerekir, alet edevat üretecek bir demirci, marangoz ustası gerekir. Ev inşa edecek işçi gerekir. İnsanlar bu şekilde birbirlerine ihtiyaç duyar. Eğer o toplumda yardıma muhtaç insan varsa, birlikte yaşamanın getirdiği fıtri sorumlulukla o kişiyi uygun kişilerin o durumdan çekip çıkarması icap eder, işte bu sulhdur. Bu sulh düzenini işler vaziyette tutan, bu düzene isabetli ve doğru katkılar yapan kişiler de “salih” kişilerdir; bu kişilerin işleri de “salih amel”dir.

Silah kelimesi de bu köktendir. Sulh bozulduğu durumlarda sulhü sağlamak için kullanılacak edevata silah denir. Sulhün sözle sağlanması gayretinde söz silahtır, sulhü fiziksel olarak yerine getirmede kullanılan gereçler silahtır.

Sulh bizim fıtratımızın temel bir taşıdır, salih amel ise fıtrata-yaratılışa uygun davranmaktır. Ancak sınavda olduğumuz için biz bunu irademizle yaptığımızda bunun bize ahirette artısı olacaktır. Bizim hayvandan ayrıldığımız nokta tam da budur. Hayvanlar sahip oldukları içgüdüyle bu fıtrata otomatikman uyar; acıktığında yer-avlanır, tuvaleti geldiğinde ihtiyacını görür, gezmek icap ettiğinde gezer. Uykusu geldiğinde uykusuna direnmez, saat kaç olursa olsun yatar, uyur. Üreme dönemi geldiğinde çiftleşir ve ürer. Sosyal bir hayvansa (köpek vs) topluluk olarak bölge edinir ve orayı korumak için kimseyi dinlemez, kavgasını eder.

Hayvanın saati dakikası programı bellidir, onun sulhü daimidir. Hayvan buna borç olarak bakmaz, borç iradesi yoktur çünkü sınavda değildir. Hayvanlar bu şekilde fıtratlarına otomatikman uydukları için Allah'ı bu şekilde tesbih etmiş olurlar.

Gelelim din kavramına… Sulhe düzen dedik, din de düzendir. Peki farkı nedir?

“Dâne” inek yavrusu demektir. Yavrunun anneye süt emmek için yaklaşmasıdır. Buradan ihtiyacından dolayı borç almak gibi bir türev alır. “Deyn” borç anlamına gelir, “din” de borçlanmaya dayalı düzendir.

Sulh ve din ayrılmazdır. İki kavram da insanın sosyal varlık oluşundan dolayı önem arz eder. Biri farklı ögelerin uygunluğuna, diğeri de borca dayalı düzen kurmayı ifade eder. Amaç, insanın ihtiyaçlarını karşılamasıdır.

Eğer fıtratınızdan Kur’an ile haberdar olmaz, Kur’an'ı anlamından bağımsız ele alarak, araya başka kaynaklar koyarak Kur'an'dan uzaklaşır ve aklınızı da kullanmazsanız; cehaleten böyle yanlış inançlara, dinlere, din anlayışlarına savrulursunuz. Allah'a olan borcunuzu Allah'a ödeyin, peşinen ödeyin. Sizin kullara borcunuz varsa bu en fazla dünyevi hayatta olabilir. Ahireti arıyorsanız dünyanızın ve ahiretinizin borcunu Allah'a salih kullar olarak ödeyin. Allah'ın düzenini bozmayın, toplumun düzenini bozmayın, içinde bulunduğumuz topluma hayırlı işler yaparak salih bir kul olun. Allah'ın sistemi tamamen budur.